Etiketler

9 Aralık 2013 Pazartesi

Türküler - 20 Eylül 1960

Nazım Hikmet
İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
                             kendilerinden umutlu,
                             kendilerinden kederli,
              daha uzun ömürlü kendilerinden.
Sevdim insanlardan çok türkülerini.
İnsansız yaşayabildim,
              türküsüz hiçbir zaman.
Hiçbir zaman aldatmadı beni türküler de.

Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.

Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
                             gezip tozduklarımın,
                             görüp işittiklerimin,
                             dokunduklarımın, anladıklarımın
                                     hiçbiri, hiçbiri,
      beni bahtiyar etmedi beni türküler kadar...

Nazım Hikmet, 20 Eylül 1960

5 Aralık 2013 Perşembe

Leylim Leylim - Ahmed Arif

Koca şairimiz Ahmed Hamdi Önal'ın, mahlası ile Ahmed Arif'in  büyük sevdası. "Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır. Üşüyorum, kapama gözlerini..." diyerek seslendiği, leylisi Leyla Erbil'e yakılmış bir ağıt gibi sanat hayatı. Anadolu 'nun yiğit şairi, "Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk Siyasi  Tarihi’nin işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!" diyerek kendini tanımlayan mısra ustası.

Tek bir kitapla edebiyat tarihine adını yazdıran Ahmed Arif'in sadece bir şiir kitabı var,  "Hasretinden Prangalar Eskittim" ismiyle yayınlanan şiir kitabı 1968 Yılında yayınlanmış ve bu zamanda kadar defalarca baskı (Şu an 60 Baskı) yapmış, ve bu kitap her hal ve şart altında Leyla Erbil'e ithaf edilmiştir. Ahmed Arif başkada kitap yayınlamamıştır. Taki Leyla Erbil 'e yazdığı umutsuz, platonik sevda dolu mektupları Leyla Erbil yayınlamaya karar verene kadar. Artık Ahmed Arif 'in yeni bir kitabı var.

İşte bu karşılıksız, mutsuz aşkın mektuplarının toplandığı kitap, İş Bankası Kültür Yayınları, Leylim Leylim adıyla  Eylül ayında yayınlandı.  1954-1959 yılları arasında yazılan mektuplar Ahmed Arif 'in sevdası gibi karşılıksız. Leyla Erbil 'in gönderdiği mektuplar maalesef yok. Ahmed Arif hiçbirini saklamamış. Leyla Erbil ise 80 yaşına kadar saklamış bu mektupları. Bence, kitabı günde bir ya da iki mektup okuyarak tamamlayın. Sürekli okuduğunuzda yorucu olabiliyor. Çünkü Ahmed Arif o kadar yoğun duygular içinde yazmış ki, Leyla Erbil tanrılaştırılıyor. Bir mektupta; Leylâ Erbil’in kendisini “Tanrılaştırdığı” eleştirisine Ahmed Arif 'in yanıtı;  “Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leylâ gibi seviyorum.” diyor. Tabi ki sadece aşk yok mektuplarda, Ahmet Arif'in yaşadığı sürgün günleri, sıkıntıları, imkansızlıkları ve tabiki o günlerin siyasi ve yayın ortamı hakkında çok net bilgiler veriyor. Bence okuyun, ama dediğim gibi günde bir iki mektup, zira sevginin fazlası da bıktırıyor : )

Kitaptan Alıntılar ;
*
Her hal ve şartta kitabımı sana ithaf ediyorum. Sürprizle karşına çıkmak daha güzel olurdu ama bizler artık hayatın ve çeşit tatlılıklarından faydalanamayacak kadar baltalandık. Acının fazlası, daha doğrusu bu kadar manasız sıklığı, uyuşturuyor, kurutuyor …
*
Ey, ne haldesin canım! İşin gücün, misafirlerin yormasın seni. Hiçbiri, hiçbiri bilemez kim olduğunu. Onlara otuz yıl felsefe ve insanlık tarihi öğretmeliyim ki değerini anlayabilsinler. Ne güzel olur ama! Karşında bir ürkek, bir saygılı, bir aptal dururlar. Biz de basarız kahkahayı. Ben kendi hesabıma aptalların şahıyım ya, o da başka bahis.
*
Bilim ve insan olma namusundan gayrı bir çıkar düşünmüyorum. Devler dize gelsin, tapılanlar alçalsın isterse, senin Ahmed’in düşmeyecek, yıkılmayacak.  Bana güven canım. Sana, senin yüzün suyu hürmetine katlandığım, dayattığım bu “dünya adlı gezegene” layık olucam. Ve dünyamızın kocaman bağrına senin adını, cehennem ateşinden harflerle yazacağım. Dante Alighiere de şaşsın işte!
*
Benim soyumdan insanların yaşadığı müddetçe, Kenya’dan Kamçatka’ya sen yaşanacaksın. Bana senin adını ölmezleştirmek düşer. İşim bu benim”
*
Şu anda yapyalnız bir dalganın üstünde boş bir konserve kutusundan farksızsam da, senden kopmanın imkansızlığını daha bir aşkla duyuyorum. Üzerime Toroslar yıkılmış sanki. Öyle duyuyorum işte. Öyle kesin ve kudretli.

22 Kasım 2013 Cuma

Oğullar ve Rencide Ruhlar - Alper Canıgüz

Beş yaşında bir çocuğun hikayesini anlatıyor Alper Canıgüz kitabı "Oğullar ve Rencide Ruhlar ". Baştan söylemeliyim ki çocuk fena fırlama ve ağzı bozuk. Öyle bildiğiniz, beklediğiniz beş yaşında bir çocuk yok ortada. Nietzsche den benzetmeler yapabilen, Shostakovich dinleyen, Genç Werther'in acılarından dem vururken mevzuyu Baudelaire ile bağlayıveriyor. Özgün, eğlenceli, güldürücü bir hikaye. Tamamen uydurma, özellikle kitabın sonlarındaki geçmiş yiyiciler ile çok eğleneceğinizi düşünüyorum. Tabi hafife almayın, derin bir bilgiçlik var satırlar arasında. Tavsiye eden arkadaşıma teşekkür ediyorum, ben okurken çok güldüm. Bence okunur :)

 Kitaptan Alıntılar

- (En yakın iki arkadaşı için) 'Bayılıyorum bunlara. İlişkileri mutlak bir güvensizlik üzerine kurulu. Her ikisinin de her an birbirlerine her türlü puştluğu yapmaları meşru. Darılmaca, gücenmece yok. Nietzsche'nin üst insanını andıran bir yanları var'

- (Bakkal yakup) "Yakup Abi sen bu arabayı yıkıyorsun ama beş dakika sonra yağmur yağacak yine... "Yağsın, bir daha yıkarız," dedi bakkal ermişçesine. O zaman anladım ki, böyle bir olasılık onu endişelendirmek şöyle dursun, mutlu ediyordu. O doğuştan araba yıkayıcısıydı. Ne var ki hayat onu bakkallığa mahkum etmişti, pek çok müthiş kapzımalı milletvekilliğine mahkum ettiği gibi. Sistem yetenekleri heba ediyordu.

- (arkadaşlarını anlatıyor) Çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanların aklına şaşarım. Ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak halinden başka bir şey görmüyorum. Kendimi onlardan çok farklı bir yere yerleştiriyor değilim. Sadece ben, hasbelkader, içimdeki çirkinliği dışa vurmanın daha rafine yöntemlerini geliştirmiş bulunuyorum.

- Bir şey nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü ısınamadım anaokuluna. Birde şarkı söyleme muhabbeti var. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal hevesleri yeteneklerinin çok altındaydı. Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, "kestane, gürgen, palamut" diye bağırmam bekleniyordu. Neyse ki, asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmenim benim zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan

- (Anaokulunu bıraktıktan sonra) Evde ayak altında dolaşıp işime burnunu sokan insanlar yokken geçirdiğim sonraki iki üç hafta hayatımın en iyi günleriydi diyebilirim. Erken kalkıyor, kahvaltımı edip öğle yemeğine kadar kitap okuyordum. Dostoyevski, Oğuz Atay ve çerez niyetine de Nietzche. Şaka yapıyorum canım, sıkı adamdır Posbıyık. Korkaklığın insanı bu kadar yaratıcı kılması büyüleyici!

20 Kasım 2013 Çarşamba

Bir Cezaevinde, Tecritteki Adamın Mektupları - 1938 Ankara Cezaevi






















Senin adını 

kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım. 
Malum ya, bulunduğum yerde 
ne sapı sedefli bir çakı var, 
(bizlere âlâtı-katıa verilmez), 
         ne de başı bulutlarda bir çınar. 
Belki avluda bir ağaç bulunur ama 
gökyüzünü başımın üstünde görmek
                            bana yasak... 

Burası benden başka kaç insanın evidir? 
Bilmiyorum. 
Ben bir başıma onlardan uzağım, 
hep birlikte onlar benden uzak. 
Bana kendimden başkasıyla konuşmak 
                                   yasak. 
Ben de kendi kendimle konuşuyorum. 
Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi 
                          şarkı söylüyorum karıcığım. 
Hem, ne dersin, 
o berbat, ayarsız sesim 
      öyle bir dokunuyor ki içime
                         yüreğim parçalanıyor. 
Ve tıpkı o eski 
     acıklı hikâyelerdeki 
yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek, 
mavi gözleri ıslak 
kırmızı, küçücük burnunu çekerek 
         senin bağrına sokulmak istiyor. 
Yüzümü kızartmıyor benim 
       onun bu an 
                böyle zayıf 
                   böyle hodbin 
                         böyle sadece insan
                                           oluşu.
Belki bu hâlin 
fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır. 
Belki de sebep buna 
              bana aylardır 
              kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan
                                       bu demirli pencere
                                          bu toprak testi 
                                             bu dört duvardır...

16 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Adamdı Ahmet Kaya ...


Bugün Ahmet Kaya'nın ölümünün 13. Yılıdır... Bugün aklıma gelenleri yazmadan edemezdim.

"Çocukluğum çıraklıkta geçti, kir pas içinde" der bir şarkısında, benimde çocukluğumun bir kısmı Ahmet Kaya ile geçmiştir. An Gelir isimli kasetiyle, var olan bütün siyasi düşüncelerden uzak halimle,12 yaşımda dinlemiştim. Yüreğime dokunmuştu Ahmet Kaya,övünmek gibi de olmasın, o günden bu güne ne yüreğimdeki yeri değişti nede aklımdaki duruşu.

O zamanlarda etrafımda onu sevmemek için sebepleri olan çok insan vardı, arkadaşlarım için sakallı tuhaf adamdı, büyüklerim için örnek alınmaması gereken kişiydi. Hiç tam olamadı zaten gözlerde, ya fazlaydı ya da eksik. Yıllar geçtikçe fark ettim ki, onu sevmeyenler de dinlerdi onu, gizlide olsa severlerdi. Benzersiz sesi, şarkılarına kattığı duygular ile içine işlerdi dinleyenlerin. Takdir edilen başarılı sanat hayatında, tırnaklarıyla kazıyarak zirveye ulaşan Ahmet Kaya ne yazık ki, 1999 Yılında ki bir ödül töreninde yaptığı bir konuşmadan dolayı linç edildi. Magazin Gazetecileri Derneğinin ödül töreninde koca Ahmet Abiyi linçe götüren sözleri aynen şöyleydi; " Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var; Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum." dedi. İşte burası son duraktı.Bu sözler üzerine ülkemin bir araya toplanmış sözde sanatçıları, tepki gösterip, küfür etmeye ve çatal, kaşık fırlatmaya başladılar. Ahmet Kaya o salondan çok zor şartlar altında, otelin arka kapısından çıkarılarak ayrıldı. Aklımdaki son görüntüsü; bir asansör kabininde hayal kırıklığı yaşayan bir adamın, kamera aşıklarının altında devrilmiş kara gözleri Ahmet Kaya. Söylemeyebilirdi belki ama o sözünü esirgeme hesabını yapan bir adam değildi. Bence en garibi ise sözler değil,ona yapılanları hak görenlerin, ne milliyetçiler, ne sağcılar, ne de 'ya sev ya da terk et' diyenlerdi. Onlar, ödüle layık görülen sanatçılar, şarkıcılar, gazeteciler ve sinema-tiyatro oyuncularıydı.

Kendi söylemiyle, yağmurlu bir İstanbul sabahında terk etti ülkeyi, bir daha geri gelemedi. İpsiz sapsız yalanlar ile suçlayıp, manşetlere çıkardı değerli köşe yazarları, genel yayın yönetmenleri, sözüm ona bugünün aydın insanları. Aylarca biz özledikçe onu, uzaklarda Kalbi dayanamadı fazla, bir yıl sonra 16 Kasım 2000 yılında kalp krizi geçirerek öldü. Dediği gibi, " Biz ülkeyi bölmek için değil, birleştirmek için vardık, bunu anlamakta güçlük çektiler." Haklıydı, onu anlamakta güçlük çektiler. O gün onu anlamayanlar, bugünde ülkemizin temel sorunlarının kaynağının sebebi olan bakış açısıdır. Çünkü anlamıyorlar. Daha ne güzel şarkılar söyleyecekti, Nazım'ın belki bir kaç şiirini daha besteleyip mest edecekti bizi. Olmadı.

Ahmet Kaya en tehlikeli zamanlarda bile sözünü sakınmadı, düşündüğünü söyledi. Doğrularını satmadı. Yapılan haksızlık var ise, kimin yaptığına bakmadan karşı durdu. Hayatları boyunca hiç bir şeye karşı durmamış, çıkarları doğrultusunda gelişmeden, değişerek yaşayan ve hiç bir fikri inançla savunmayanların onu anlaması imkan dahilinde değildir maalesef. Evet, Ahmet Kaya'nın kendine ait değerleri vardı, savundu. Tutkuları vardı,savunulacak fikirleri vardı. Bazen kızdırdı, bazen kendinden uzaklaştırdı, çünkü gerçekti. Çok konuştu, hep nasıl baktığını ve ne gördüğünü anlattı, şarkılarında şiirlerinde hep kendini anlattı. Dinledim, hala dinliyorum. Ve sizde dinleyin istiyorum. Aşağıdaki video 34 Milyon kez dinlenmiş şarkısıdır.




22 Ekim 2013 Salı

Yürümek - [1935/Resimli Herşey, Aralık 1935]


































Yürümek;
yürümeyenleri
arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
bir mavzer gözü gibi
karanlığın gözüne bırakarak
                           yürümek!..

Yürümek;
dost omuzbaşlarını
omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup
                            yürümek!.

Yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını
                          bilerek
                          yürümek...

Yürümek;
yürekten
gülerekten
             yürümek ...

Nazım Hikmet
[1935/Resimli Herşey, Aralık 1935]

21 Ekim 2013 Pazartesi

Şaşıp Kalma Üstüne - 1963 Şubat, Tanganika Maranga Öteli


































Sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen,
canımı, gözlerimi.

Kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında,
                                            devenin öfkesi, kinciliği değil.

Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve dövüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey
       için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle
bırakıp gitti beni.
                          Yazık.

1963 Şubat, Tanganika
Maranga Öteli
Nazım Hikmet