Beş yaşında bir çocuğun hikayesini anlatıyor Alper Canıgüz kitabı "Oğullar ve Rencide Ruhlar ". Baştan söylemeliyim ki çocuk fena fırlama ve ağzı bozuk. Öyle bildiğiniz, beklediğiniz beş yaşında bir çocuk yok ortada. Nietzsche den benzetmeler yapabilen, Shostakovich dinleyen, Genç Werther'in acılarından dem vururken mevzuyu Baudelaire ile bağlayıveriyor. Özgün, eğlenceli, güldürücü bir hikaye. Tamamen uydurma, özellikle kitabın sonlarındaki geçmiş yiyiciler ile çok eğleneceğinizi düşünüyorum. Tabi hafife almayın, derin bir bilgiçlik var satırlar arasında. Tavsiye eden arkadaşıma teşekkür ediyorum, ben okurken çok güldüm. Bence okunur :)
Kitaptan Alıntılar
- (En yakın iki arkadaşı için) 'Bayılıyorum bunlara. İlişkileri mutlak bir güvensizlik üzerine kurulu. Her ikisinin de her an birbirlerine her türlü puştluğu yapmaları meşru. Darılmaca, gücenmece yok. Nietzsche'nin üst insanını andıran bir yanları var'
- (Bakkal yakup) "Yakup Abi sen bu arabayı yıkıyorsun ama beş dakika sonra yağmur yağacak yine... "Yağsın, bir daha yıkarız," dedi bakkal ermişçesine. O zaman anladım ki, böyle bir olasılık onu endişelendirmek şöyle dursun, mutlu ediyordu. O doğuştan araba yıkayıcısıydı. Ne var ki hayat onu bakkallığa mahkum etmişti, pek çok müthiş kapzımalı milletvekilliğine mahkum ettiği gibi. Sistem yetenekleri heba ediyordu.
- (arkadaşlarını anlatıyor) Çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanların aklına şaşarım. Ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak halinden başka bir şey görmüyorum. Kendimi onlardan çok farklı bir yere yerleştiriyor değilim. Sadece ben, hasbelkader, içimdeki çirkinliği dışa vurmanın daha rafine yöntemlerini geliştirmiş bulunuyorum.
- Bir şey nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü ısınamadım anaokuluna. Birde şarkı söyleme muhabbeti var. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal hevesleri yeteneklerinin çok altındaydı. Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, "kestane, gürgen, palamut" diye bağırmam bekleniyordu. Neyse ki, asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmenim benim zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan
- (Anaokulunu bıraktıktan sonra) Evde ayak altında dolaşıp işime burnunu sokan insanlar yokken geçirdiğim sonraki iki üç hafta hayatımın en iyi günleriydi diyebilirim. Erken kalkıyor, kahvaltımı edip öğle yemeğine kadar kitap okuyordum. Dostoyevski, Oğuz Atay ve çerez niyetine de Nietzche. Şaka yapıyorum canım, sıkı adamdır Posbıyık. Korkaklığın insanı bu kadar yaratıcı kılması büyüleyici!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder