Etiketler

30 Mayıs 2013 Perşembe

Hiciv Vadisinde Bir Tecrübeli Kalemiye - 1933


Bir varmış
     bir yokmuş
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
bir de bir zatımuhteremin pederi.

Benim babam
      dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatımuhteremin pederi
ikinci Sultan amidin
                 meşdur hırsız seraskeri.

Benim babam,
dolu koymuş
                 boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatımuhteremin pederi –
Yemen çöllerinde açlıktan ölenlerin
                              suyundan, ekmeğinden çalarak,
kumun üstünde akan kandan
                               yüzde yüz komisyon alarak
han, hamam, apartıman yapmış…

Ey zatımuhterem!
Şaire, “Kısa kes, diyelim, sözlerini!”
Ölmüş sizin serasker
                           peder.

Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
ışıklı çocuk gözlerini
           siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
O eller ..
Babamın gözleri artık
           simsiyah defterleri göremiyordu …
Fakat yine siz haklısınız:
O gündü hesap günü.
Taktınız tenezzülen kendi elinizle siz
bir ölünün burnuna gözlüğünü,
beş papelin hesabını istediniz.

İşte o hesabı şimdi ben veriyorum.
Size bir tokat
             borcum vardı.
Dikkat!
Kolumu geriyorum.

İkimiz karşı karşıyayız.
Sizin peder ölmüş.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık iki meşhur adam.

Benim şöhretim nerden gelir,
Ben neyimle meşhurum-
MALÜM!.

Size gelince;
sizi meşhur eden şey :
hırsız bir babanın kanlı altınlarını çalan
hırsız bir oğlun parasıdır.
Sizin şöhretiniz :
lanetle dolu bir yükün
                         çuval darasıdır.

Şöhretiniz:
kıvrak çengiler, büyük kemancılar veren
çingene çadırlarının yüz karasır.
İnanmazsanız eğer,
karıştırsın alim efendiler
kalın yapraklı kitaplar gibi seneleri :
anlarsınız ki, Edirne boyu
                               çingeneleri,
görmemiştir soyunuz gibi bir soyu …

Bir varmış
      bir yokmuş.
Develer tellallık edip satarken develeri,
bir benim babam varmış,
birde zatımuhteremin pederi.

Ey zatımuhterem!
Ölmüş sizin serasker
                           peder.
Öldü benim babam.
Karşı karşıya kaldık
                   iki meşhur adam …



Adalet ve Adil Olmak

Adalet ve adil olmak konusunun işlendiği kısa ama etkileyici bir hikâye paylaşmak istiyorum sizlerle.

Ormanda kötü bir dönem yaşanıyormuş. Büyüklere, güçlülere yem olan güçsüz hayvanlar iyi saklanıyor, kendilerini iyi koruyorlarmış. Bu durum karşısında aslan, ayı ve tilki güçlerini birleştirmeye karar vermiş. Üçlü ittifak yapınca da bir başkan seçmek gerekmiş ve aslan oy birliğiyle başkan, ayı ile tilki de eşit başkan yardımcıları olmuş.

Bu idari meseleleri hallettikten sonra avlanmaya çıkmışlar ve örgütlenmenin meyvelerini kısa sürede almışlar. Yardımcılarının desteğiyle aslan bir yaban eşeği yakalamış, sonra bir ceylanı kıstırmış olan ayıya yardım etmişler, ceylan da yakalanmış. Ardından, aslan ile ayının korkuttuğu bir tavşan tilkinin pençelerinin arasına düşmüş.

Üçü de yüklü olarak ilk buluşma yerlerinde bir araya gelmiş. Üçünün de neşesi yerindeymiş, ama üçünün de karnı açlıktan gurulduyormuş. Avları ortaya koymuşlar ve aslan ayıya dönüp sormuş:

"Şimdi bunları paylaşma zamanı geldi. Tabii ki hakka ve hukuka göre paylaşacağız. Söyle bakalım ayı senin fikrin nedir?" 

Ayı hemen cevap vermiş: "Durum ortada sayın başkan, yaban eşeği sizin, ceylan benim, tavşan da tilkinin..."

Aslanın gözünde yıldırımlar çakmış ve bir pençede ayının başını gövdesinden ayırmış. Sonra tilkiye dönmüş: "Bu senin arkadaşın haktan hukuktan hiç anlamayan cahilin tekiymiş... Şimdi sen söyle bakalım fikrini!"

Tilki, sesi biraz titreyerek ama tereddütsüz cevap vermiş: "Sayın başkan hakkın ve hukukun gereğinin ne olduğu ortadadır. Yaban eşeği öğle yemeğinizdir. Bunu yedikten sonra biraz dinlenir, akşam yemeği olarak ceylanı yersiniz. Sonra isterseniz tavşanı çerez yapar, isterseniz sabah kahvaltısına saklarsınız."

Aslan bu cevaptan çok hoşlanmış, "aferin sana" demiş, "böyle hakça düşünmeyi, hukuku nerede öğrendin?" Tilki cevap vermiş: "Nereden öğreneceğim Sayın Başkan, şu ayının başsız gövdesine baktım, o anda hepsi bir çırpıda aklıma geliverdi..."

Hakkın ve hukukun gereğinin tüm dünya insanları için var olduğu, korku ve çıkarlardan arındırılmış adalet mekanizmasının işlediği bir dünya yaşamı bizimle olsun.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Kendime Tavsiye

Hükümdarlardan biri, günün birinde ülkesinin en önemli heykeltıraşını huzuruna çağırdı. İstediği, birer karış yüksekliğinde, altından, birbirinin tıpatıp aynısı üç insan heykeliydi. Aralarında tek bir fark olacak ama bu farkı sadece ve sadece ikisi bilecekti. Günler ayları kovaladı, sonunda heykeller hazırlandı ve doğum gününde komşu ülke hükümdarına gönderildi. Heykellerle birlikte bir de mektup yollanmıştı. Şöyle diyordu heykelleri yaptıran hükümdar: "Sevgili Dostum, doğum gününü bu üç altın heykelle kutluyorum. Bu üç heykel birbirinin tıpatıp aynısı gibi görünebilir. Ama içlerinden biri, diğer ikisinden çok daha değerlidir. O heykeli bulunca bana da haber ver."

Hediyeyi alan hükümdar, bu jeste önce çok sevindi ama sonra da sinirlendi. Komşu yine akıl almaz bir bilmeceyle onu köşeye sıkıştırmıştı. Hemen heykelleri tarttırdı. Üç altın heykel, gramına kadar eşitti. Ülkesinde sanattan anlayan ne kadar insan varsa çağırttı. Hepsi de heykelleri büyük bir dikkatle incelediler ama aralarında bir fark göremediler.

Günler ve aylar geçti. Her geçen günle birlikte hükümdarın sabrı taşıyordu ve maalesef bir türlü cevabı bulamıyorlardı. Bütün ülke seferber olmuş ama bir çözüm üretilmemişti. Sonunda, hükümdarın zindana attırdığı isyankar genç de bu durumu öğrenmişti. Genç çözümün kendisinde olduğunu söyleyen bir haber uçurttu hükümdarına. İyi okumuş, akıllı ve zeki olan bu genç, hükümdarın bazı isteklerine karşı çıktığı için zindana atılmıştı. Başka çaresi kalmayan hükümdar bu gence de bir fırsat vermek istedi. Aylar geçip de komşu hükümdara sevinçli haberi yollayamamak onu kahrediyordu.

Genç önce heykelleri saatlerce inceledi, sonra da çok ince bir tel getirilmesini istedi. Teli birinci heykelciğin kulağından soktu, tel heykelin ağzından çıktı.

İkinci heykele de aynı işlemi yaptı. Tel bu kez diğer kulaktan çıktı. Üçüncü heykelde tel, kulaktan girdi ama bir yerden dışarı çıkmadı. Ancak telin sığabileceği bir kanal kalp hizasına kadar iniyor, oradan öteye gitmiyordu. Hükümdar heykelleri gönderen komşu hükümdara cevabı, büyük bir gururla yazdı:

"Kulağından gireni ağzından çıkartan insan makbul değildir. Bir kulağından giren diğer kulağından çıkıyorsa, o insan da makbul değildir. En değerli insan, kulağından gireni yüreğine gömen insandır...''

28 Mayıs 2013 Salı

Ben Bir Yolculuk Yaptım















Uzakta, çok uzakta, geceleri gökyüzüne
           beyaz bir yangın gibi aydınlığı vurdu hava meydanlarının
ve kaçırdığım tirenler benden bir şeyler alıp
                                      pırıl pırıl daldı karanlığa,
ben bir yolculuk yaptım.

Ben bir yolculuk yaptım,
insanların gözleri bembeyazdı,
leş kokuyordu çürümüş sular.
Yalanın ve ahmaklığın bataklığını geçtim
                            adam boyu sazlıklarda kaybolmadan …

Ben bir yolculuk yaptım,
yumrukları sıska karınlarında ve iki büklüm oturan
yahut da rüzgarın önünde yalnayak koşan kadınlarla;
ölülerle birlikte
harp meydanlarında ve barikatlarda unutulmuş olanlarla.

Ben bir yolculuk yaptım,
asfaltı sabah aydınlığıyla ıslak
                                     şehirlerin içinde
                                     mahpusları taşıyan
                                                      kamyonlarla geçerek …

Ben bir yolculuk yaptım,
ne senin beyaz dişlerinde ezilen üzümlere doyabildim,
ne de kapalı bir yaz ikindisine benzeyen yatağına.

Ben bir yolculuk yaptım,
yepyeni yapılar vardı şantiyelerde,
genç bir çam gibi yemyeşildi ümit,
ve bin metre yerin altında
                insanların alnında yanıyordu grizu lambaları.

Ben bir yolculuk yaptım,
ayışığında, günışığında,
yağmurun ışığında,
dört mevsimle ve bütün zamanlarla birlikte,
böceklerle, otlarla, yıldızlarla birlikte
ve en namuslu insanlarıyla yeryüzünün,
yani bir keman gibi şefkatli,
henüz konuşamayan bir çocuk gibi merhametsiz,
henüz konuşamayan bir çocuk gibi cesur,
yani bir kuş kolaylığıyla ölmeye de
                                   bin yıl yaşamaya da hazır…
Nazım Hikmet Ran

26 Mayıs 2013 Pazar

Dokuzuncu Yıldönümü - 20 Ocak 1946


Dizboyu karlı bir gece,
Sofradan kaldırılıp,
polis otomobiline bindirilip,
bir tirenle gönderilerek
bir odaya kapatılmakla başladı maceram.
Dokuzuncu yılı biteli tam üç gün oluyor.

O

Koridorda, sedyede bir adam
yüzünde uzun demirlerin kederi,
açık ağzıyla sırtüstü ölüyor.

Akla yalnızlık geliyor,
                     - iğrenç ve tam,
                       delilerin ve ölülerinkine yakın - ,
ilki yetmiş altı gün :
                sessiz düşmanlığında üstüme kapanan kapının;
sonra, saç bir geminin baş altında yedi hafta.
Lakin yenilmedik,
kafam:
           ikinci bir insandı yanımda.

O

Çoğunun yüzünü unuttum büsbütün,
yalnız, çok ince, çok uzun bir burundur aklımda kalan,
halbuki kaç kere karşımda oturup dizildiler.
Bir tek kaygıları vardı, hakkımda hüküm okunurken:
                                                      heybetli olmak.
                                                      Değildiler.

İnsandan çok eşyaya benziyorlardı:
Duvar saatleri gibi ahmak,
                             kibirli,
ve kelepçe, zincir filan gibi hazin ve rezildiler.

O

Evsiz ve sokaksız bir şehir.
Tonla ümit, tonla keder.
Mesafeler mikroskobik.
Dört ayaklı mahluklardan yalnız kediler.

Yasaklar dünyasındayım.
Yarın yanağını koklamak :
                                    yasak.
Çocuklarınla yemek yiyebilmek aynı sofrada :
                                                                 yasak.
Aranızda tel örgü ve gardiyan olmadan
                          konuşmak kardeşinle, ananla :
                                                                    yasak.
Yazdığın mektubun kapatmak zarfını
ve zarfı yırtılmamış mektup almak : yasak.
Yatarken lambayı söndürmen :
                                   yasak.
Tavla oynaman:
                       yasak.
Ve yasak olmayan değil,
         Yüreğinde gizleyip elde kalabilen şey:
                                     Sevmek, düşünmek ve anlamak.

O

Koridorda sedyede öldü adam.
Götürdüler.
Artık ne ümit, ne keder..
                     ne ekmek, ne su,
                     ne hürriyet, ne hapislik,
                     ne kadınsızlık, ne gardiyan, ne de tahta kurusu,
                     ve nede karşında oturup yüzüne bakan kediler,
                                                    bu iş, bitti, tamam.

Fakat devam ediyor bizimkisi,
sevmek, düşünmek ve anlamakta devam ediyor kafam,
dövüşemeyişimin affetmeyen öfkesi devam ediyor.
ve sabahtan beri karaciğer sancımakta ber devam

Nazım Hikmet RAN


24 Mayıs 2013 Cuma

Son Otobüs - Pırağ, 21 Temmuz 957



Gece yarısı. Son otobüs.
Biletçi kesti bileti.
Beni ne bir Kara haber bekliyor evde,
ne rakı ziyafeti.
Beni ayrılık bekliyor.
Yürüyorum ayrılığa korkusuz
                                   ve kedersiz.



İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telaşsız, rahat
                                   seyredebiliyorum artık
Artık şaşırtmıyor beni dostun kahpeliği,
                                       Elimi sıkarken sapladığı bıçak.
Nafile, artık kışkırtamıyor beni düşman.
Geçtim putların ormanından
                       baltalayarak
                  ne de kolay yıkılıyorlardı.
Yeniden vurdum mihenge inandığım şeyleri,
                     çoğu katkısız çıktı çok şükür.
Ne böylesine pırıl pırıl olmuşluğum vardı,
                                  ne böylesine hür.


İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Dünyayı telaşsız, rahat
                                 seyredebiliyorum artık.
Bakınıyorum başımı kaldırıp işten,
karşıma çıkıveriyor geçmişten
                                       bir söz
                                       bir koku
                                       bir el işareti.

Söz dostça
         koku güzel,
                el eden sevgilim.
Kederlendirmiyor artık beni hatıraların daveti
Hatıralardan şikayetçi değilim.
Hiçbir şeyden şikayetim yok zaten,
yüreğimin durup dinlenmeden
                            kocaman bir diş gibi ağrımasından bile.


İyice yaklaştı bana büyük karanlık.
Artık ne kibri nazırın, ne katibinin şakşağı.
Tas tas ışık döküyorum başımdan aşağı,
güneşe bakabiliyorum gözüm kamaşmadan.
Ve belki, ne yazık,
                     Hatta en güzel yalan
                         Beni kandıramıyor artık.
Artık söz sarhoş edemiyor beni,
ne başkasının ki, nede kendiminki.


İşte böyle gülüm,
İyice yaklaştı bana ölüm.
Dünya, her zamankinden güzel, dünya.
Dünya, iç çamaşırlarım, elbisemdi,
                             başladım soyunmağa.
Bir tiren penceresiydim,
                             bir istasyonum şimdi.
Evin içerisiydim,
                           şimdi kapısıyım kilitsiz.
Bir kat daha seviyorum konukları.
Ve sıcak her zamankinden sarı,
                            kar her zamankinden temiz.
Nazım Hikmet RAN

17 Mayıs 2013 Cuma

Kısa Kısa ...


Bazen sadece özler insan
Salt ve katıksız
Engel tanımaz bir taşkınlıktır özlem
Çoşkulu bir kalabalik gibidir
Asi ve Anarşist

-----------------------

Sensizlik sessiz bir ezgi gibi
ve kulaklarımda
kir pastan eser yok ...

-----------------------

Bir boşluk
Dipsiz ve tavansız
Yansız
Asılı kalmışım, duruyorum
Kafamda düşünceler odaksız
Sahipsiz ve istikametsiz
En yalın yalnızlık içinde
Ezilesice omuzlarımın üstündeki
Ağrılı ve yine sancılı

-----------------------

Huzmelerin doluyor bazen düşlerimde
Bu ne aydınlık be ne ışık
Tel tel özlemişim seni
Kana kana sarıyorum kendime
Yine bir deli rüyadayım


-----------------------



Toprak gibidir sevdiğim
Küçücük bir tohumdan yaratır gibi
Koskoca bir  dünya yeşertir göz önünde
Solmaz çiçekler yeşertir içimde



15 Mayıs 2013 Çarşamba

Ormandaki Ağaç



İki çeşit ağaç vardır. Birisi ormandaki ağaç, ötekisi açıklık kırda tek başına duran ağaç...

Kırdaki tek başına ağaç ilk bakışta göze çarpar. İlk bakışta insanı hayrete düşürür. Fakat bir bakarsınız, iki bakarsınız, gözünüz gitgide alışır ona. Onun yalnızlığındaki "kahramanlık" gitgide kaybolur, gitgide mahzunlaşır. Biraz daha dikkat ederseniz tek başına kırda duran ağacın bütün basit faciası gözümüzün önünden geçer. O, kırın dümdüz açıklığında komikleşir. Kışın sıska kollarıyla bir başına titreyen, yazın bir avuç gölgesinin başında neyi ve neden beklediğini bilmeden dikilip duran bu tek ağaç zavallıdır.

Ormandaki ağaç, kırdaki ağacın büsbütün tersidir. İlk bakışta gözünüze çarpmaz. Fakat onun güzelliğini her bakışta biraz daha anlarsınız. Bütün ormanın ahenginde o ahengi tamamlayarak fakat ferdiyetinden kaybetmeyerek yaşamaktadır. Orman onu, o ormanı güzelleştirir; kuvvetleştirir. Kışın, kolları öteki kolların yanında olduğu için onda üşümenin komikliği yoktur. Yazın, gölgesi öteki gölgelerden ayrı, fakat öteki gölgelere karıştığı için bir büyük yeşil serinliğin kaynağı halindedir.

İki çeşit ağaç vardır, dedim. İki çeşidini de yazdım. İsterim ki, oğlum Mehmet ormandaki ağaca benzesin.

Nazım Hikmet Ran

14 Mayıs 2013 Salı

Ceviz Ağacı ile Yunus'un Hikâyesi













Acayip bir hikâyedir bu yazdıklarım. Bir hikâye olması için belki fazla kısacık küçücük ama sahibi isminde kullanmış, ismi " Ceviz Ağacı ile Topal Yunus'un Hikâyesi " demiş. Ben de bir hikâye gibi yazdım ama aslı bundan çok farklı. Dopdolu, açılıp dökülse roman olabilecek kadar yani.

Dostumuz, Çerkeş'in Kavak köyünden. Adı Yunus, büyük kitaplar gibi içinde bir şeyler saklı, akıllı adamlara, ajans haberlerine ve bilmeceye meraklı. Bazen ağaçlardan, bazen günlerden konuşuyoruz ve hep bekliyoruz, daha ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri diye. Şimdilik ise, sohbetimizin ve bu hikâyenin kederi kesilmiş ve satılmış bir ceviz ağacıdır.

Hepimiz tanıyoruz onu: avlunun içinde ve kapının solundaydı. Altı yaşında dalından düşmüş Yunus cevizin. Yunus'un topallığı bundan, öküzler topalları severler, topallar ağır yürürler çünkü. Ceviz ağaçları ise sevmez topalları, çünkü topallar sıçrayamazlar yemişlere, üzerlerine çıkıp silkeleyemezler dalları. Bundandır topalların sevilmemeleri, lakin insanların hünerleri çoktur, mutlaka dereye atmazlar kendilerini sevilmeyenler. İnsanlar sevilmeden de sevmesini bilirler, hünerlidirler. İşte böyle acayiptir ceviz ağacı ile topal Yunus'un hikâyesi.

Cevizler yapraklarını Eylül'de dökerler ve Kasım'a kadar yeşil kalırlar. Güneşte gölgesi hain olur, rüzgârda konuşur kendi kendine. Yüksektir, geniştir alabildiğine, bizim cevizi üç kişi el ele versen çeviremezdin kütüğünü. Gece altında oturdun muydu yıldızları göremezdin. Hemen her gece altında otururdu Yunus. Çerkeş'in yolu üzerinden sabah namazı vakti geldiğinde, kadınlardan önce uyanırdı Cevizin dalları, yukardan Yunus'a bakardı. Altından geçerken çoğunlukla düşünürdü Yunus. Düşünmek, ne bir mukaddes bir iş ne felaket ne de bir bahtiyarlıktı Yunus için. Ve ölüm, mutlaka varılıp dönülmeyen fakat üzerinde hiç düşünülmeyen bir köydü. Gündüzleri yıldızların neden söndüğünü, dünyanın yuvarlak olduğu ve güneşin etrafında döndüğünü bilmiyordu henüz Yunus. Çinli Müslümanlara, burunları tek boynuzlu gergedanlara ve bir damla suda bir milyon mikroba dair hiçbir fikri yoktu. Öğrendiğinde ise şaşırıp kalmadı, hayret etmedi.

Köy işi zordur katiyen, vücut ezilir bir defa. Toprağa çöküp bak dört bir tarafa ve görmeye çalış. Bela hangi inden pusu kurmuş bilinir mi? Bilinmez, mümkün yok vurulursun. Bela tam ciğerinden vurdu Yunus'u. Biz bu dünyada yaşamış değiliz, geldik gidiyoruz öylesine. Tevatür güzel şehirmiş İstanbul, varıp görülmesi nasip olmadı. Hadi o olmadı, lakin niye tiftiği yok, altmış haneden otuzunun ?

Yunus'un da tiftiği yoktu. Attığın taş dediğin kuşu vurmuyor, dünya trene bindi, dünya dediğin gayrı öküzün boynunda durmuyor. Köy yerinde el ayaktır öküz. Çok zor olur öküzü satmak, yarı ölümdür bir nevi. Öküzün gitti mi korkulursun, sattılar öküzünü Yunus'un. Yarı ölümdür dedik öküzü satmak, her hal yolların sonu göründü. Akıl almaz olan biten bu işleri, toprak sabuna döner, kayar gider insanın elinden. Cümle mahlûkatın mekânı vardır da, kurdun mekânı olmaz. Toprağın elinden kaydı mıydı bir mekânız kurt olursun. Ve toprak sabuna döndü, kaydı gitti toprağı elinden. Yunus kaybettikçe cevizini düşünürdü, o ise hiçbir şey istemeden sormadan rüzgâr da kendi kendine konuşurdu.

Nasıl ki çocuklara ana, tohuma toprak nasıl lazım ise, kadın öyle lazımdır erkek kısmına. Bir kız kaçırdı Yunus, çünkü düğün dernek pahalı. Kız kaçırmak ise ucuz. Ama bela vurmuştu bir kere Yunusu, fakirin karısı kavi olmaz derler ve bir gün Çerkeş yolu üzerinde yine bir sabah vakti Yunus'un arkasından yuvarlandı yere, ölüverdi kırmızı peştamalının içinde.

Topraksız, öküzsüz, kadınsız kalmışlardı dünyada bir başlarına ceviz ağacı ile Yunus. Yalnızlık koydukça koydu Yunus'a, el toprağında ter döker oldu. Yalnızlık umurunda değildi Cevizin, toprağın içinde giden kökleri vardı, yüksek dalları ile yukarıdan Yunus'a bakardı ve geceleri karanlıkta kaybolur giderdi. Yunus uyumazdı, beklerdi sabaha kadar. Düşünürdü, cevizden konsol yaparlar da topal Yunus ne işe yarar?

Zemheriler gelir barınamazsın Yunus, artık daha fazla sürünemezsin. Sat Yunus cevizini, yün yorgan değil bu sarınamazsın, bir cansız ağaçtır yaranamazsın. Varlıklılar varsıza kilim dokur mu? Vay cevizimin hali, vay benim halim dedi Yunus. Mekânsız kurda mekândı artık Ceviz, yarı ağaç yarı insandı. Sattı Yunus cevizini, cenazesi çırçıplak yere uzandı, dalları kesildi, budandı. Sabahların sahibi vardır, günler daima bulutta kalmaz. Her hal ilerdedir yaşanacak günlerin en güzelleri. Şimdilik bu sohbetin hikâyesi kesilip satılmış bir ceviz ağacı.

" Ceviz Ağacı ile Yunus'un Hikâyesi " bir Nazım Hikmet Ran Şiiridir.