Bence diyerek başladığımız her konudan, benim penceremden. Çokca Nazım'dan, çok az benden, İllaki şiir. Kendime tavsiyeler, hatırlatmalar. BenimBenceRem
İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
kendilerinden umutlu,
kendilerinden kederli,
daha uzun ömürlü kendilerinden.
Sevdim insanlardan çok türkülerini.
İnsansız yaşayabildim,
türküsüz hiçbir zaman.
Hiçbir zaman aldatmadı beni türküler de.
Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.
Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
gezip tozduklarımın,
görüp işittiklerimin,
dokunduklarımın, anladıklarımın
hiçbiri, hiçbiri,
beni bahtiyar etmedi beni türküler kadar...
Koca şairimiz Ahmed Hamdi Önal'ın, mahlası ile Ahmed Arif'in büyük sevdası. "Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır. Üşüyorum, kapama gözlerini..." diyerek seslendiği, leylisi Leyla Erbil'e yakılmış bir ağıt gibi sanat hayatı. Anadolu 'nun yiğit şairi, "Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk Siyasi Tarihi’nin işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!" diyerek kendini tanımlayan mısra ustası.
Tek bir kitapla edebiyat tarihine adını yazdıran Ahmed Arif'in sadece bir şiir kitabı var, "Hasretinden Prangalar Eskittim" ismiyle yayınlanan şiir kitabı 1968 Yılında yayınlanmış ve bu zamanda kadar defalarca baskı (Şu an 60 Baskı) yapmış, ve bu kitap her hal ve şart altında Leyla Erbil'e ithaf edilmiştir. Ahmed Arif başkada kitap yayınlamamıştır. Taki Leyla Erbil 'e yazdığı umutsuz, platonik sevda dolu mektupları Leyla Erbil yayınlamaya karar verene kadar. Artık Ahmed Arif 'in yeni bir kitabı var.
İşte bu karşılıksız, mutsuz aşkın mektuplarının toplandığı kitap, İş Bankası Kültür Yayınları, Leylim Leylim adıyla Eylül ayında yayınlandı. 1954-1959 yılları arasında yazılan mektuplar Ahmed Arif 'in sevdası gibi karşılıksız. Leyla Erbil 'in gönderdiği mektuplar maalesef yok. Ahmed Arif hiçbirini saklamamış. Leyla Erbil ise 80 yaşına kadar saklamış bu mektupları. Bence, kitabı günde bir ya da iki mektup okuyarak tamamlayın. Sürekli okuduğunuzda yorucu olabiliyor. Çünkü Ahmed Arif o kadar yoğun duygular içinde yazmış ki, Leyla Erbil tanrılaştırılıyor. Bir mektupta; Leylâ Erbil’in kendisini “Tanrılaştırdığı” eleştirisine Ahmed Arif 'in yanıtı; “Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leylâ gibi seviyorum.” diyor. Tabi ki sadece aşk yok mektuplarda, Ahmet Arif'in yaşadığı sürgün günleri, sıkıntıları, imkansızlıkları ve tabiki o günlerin siyasi ve yayın ortamı hakkında çok net bilgiler veriyor. Bence okuyun, ama dediğim gibi günde bir iki mektup, zira sevginin fazlası da bıktırıyor : )
Kitaptan Alıntılar ; *
Her hal ve şartta kitabımı sana ithaf ediyorum. Sürprizle karşına çıkmak daha güzel olurdu ama bizler artık hayatın ve çeşit tatlılıklarından faydalanamayacak kadar baltalandık. Acının fazlası, daha doğrusu bu kadar manasız sıklığı, uyuşturuyor, kurutuyor … *
Ey, ne haldesin canım! İşin gücün, misafirlerin yormasın seni. Hiçbiri, hiçbiri bilemez kim olduğunu. Onlara otuz yıl felsefe ve insanlık tarihi öğretmeliyim ki değerini anlayabilsinler. Ne güzel olur ama! Karşında bir ürkek, bir saygılı, bir aptal dururlar. Biz de basarız kahkahayı. Ben kendi hesabıma aptalların şahıyım ya, o da başka bahis.
*
Bilim ve insan olma namusundan gayrı bir çıkar düşünmüyorum. Devler dize gelsin, tapılanlar alçalsın isterse, senin Ahmed’in düşmeyecek, yıkılmayacak. Bana güven canım. Sana, senin yüzün suyu hürmetine katlandığım, dayattığım bu “dünya adlı gezegene” layık olucam. Ve dünyamızın kocaman bağrına senin adını, cehennem ateşinden harflerle yazacağım. Dante Alighiere de şaşsın işte! *
Benim soyumdan insanların yaşadığı müddetçe, Kenya’dan Kamçatka’ya sen yaşanacaksın. Bana senin adını ölmezleştirmek düşer. İşim bu benim” *
Şu anda yapyalnız bir dalganın üstünde boş bir konserve kutusundan farksızsam da, senden kopmanın imkansızlığını daha bir aşkla duyuyorum. Üzerime Toroslar yıkılmış sanki. Öyle duyuyorum işte. Öyle kesin ve kudretli.
Beş yaşında bir çocuğun hikayesini anlatıyor Alper Canıgüz kitabı "Oğullar ve Rencide Ruhlar ". Baştan söylemeliyim ki çocuk fena fırlama ve ağzı bozuk. Öyle bildiğiniz, beklediğiniz beş yaşında bir çocuk yok ortada. Nietzsche den benzetmeler yapabilen, Shostakovich dinleyen, Genç Werther'in acılarından dem vururken mevzuyu Baudelaire ile bağlayıveriyor. Özgün, eğlenceli, güldürücü bir hikaye. Tamamen uydurma, özellikle kitabın sonlarındaki geçmiş yiyiciler ile çok eğleneceğinizi düşünüyorum. Tabi hafife almayın, derin bir bilgiçlik var satırlar arasında. Tavsiye eden arkadaşıma teşekkür ediyorum, ben okurken çok güldüm. Bence okunur :)
Kitaptan Alıntılar
- (En yakın iki arkadaşı için) 'Bayılıyorum bunlara. İlişkileri mutlak bir güvensizlik üzerine kurulu. Her ikisinin de her an birbirlerine her türlü puştluğu yapmaları meşru. Darılmaca, gücenmece yok. Nietzsche'nin üst insanını andıran bir yanları var'
- (Bakkal yakup) "Yakup Abi sen bu arabayı yıkıyorsun ama beş dakika sonra yağmur yağacak yine... "Yağsın, bir daha yıkarız," dedi bakkal ermişçesine. O zaman anladım ki, böyle bir olasılık onu endişelendirmek şöyle dursun, mutlu ediyordu. O doğuştan araba yıkayıcısıydı. Ne var ki hayat onu bakkallığa mahkum etmişti, pek çok müthiş kapzımalı milletvekilliğine mahkum ettiği gibi. Sistem yetenekleri heba ediyordu.
- (arkadaşlarını anlatıyor) Çocuklara bakıp da saflık, masumiyet ve güzellik edebiyatı yapanların aklına şaşarım. Ben bizimkilere bakınca, insanoğlunun en alçakça eğilimlerinin en çıplak halinden başka bir şey görmüyorum. Kendimi onlardan çok farklı bir yere yerleştiriyor değilim. Sadece ben, hasbelkader, içimdeki çirkinliği dışa vurmanın daha rafine yöntemlerini geliştirmiş bulunuyorum.
- Bir şey nasıl başlarsa öyle gidiyor. Bir türlü ısınamadım anaokuluna. Birde şarkı söyleme muhabbeti var. Repertuarımız, dünyanın en kötü müzisyenleri tarafından, eğitilebilir küçük embesiller için yazılmış bazı eserlerden oluşuyordu ve açıkçası sınıf arkadaşlarımın müzikal hevesleri yeteneklerinin çok altındaydı. Utancımdan yerin dibine geçecek gibi oluyordum. Benden, evde Shostakovich dinleyen benden, "kestane, gürgen, palamut" diye bağırmam bekleniyordu. Neyse ki, asosyalliğim ve ara ara içimde kopan fırtınaları dışa vuran mimiklerim sayesinde öğretmenim benim zihinsel özürlü olduğuma hükmetti de düştü yakamdan
- (Anaokulunu bıraktıktan sonra) Evde ayak altında dolaşıp işime burnunu sokan insanlar yokken geçirdiğim sonraki iki üç hafta hayatımın en iyi günleriydi diyebilirim. Erken kalkıyor, kahvaltımı edip öğle yemeğine kadar kitap okuyordum. Dostoyevski, Oğuz Atay ve çerez niyetine de Nietzche. Şaka yapıyorum canım, sıkı adamdır Posbıyık. Korkaklığın insanı bu kadar yaratıcı kılması büyüleyici!
Senin adını kol saatımın kayışına tırnağımla kazıdım. Malum ya, bulunduğum yerde ne sapı sedefli bir çakı var, (bizlere âlâtı-katıa verilmez), ne de başı bulutlarda bir çınar. Belki avluda bir ağaç bulunur ama gökyüzünü başımın üstünde görmek bana yasak... Burası benden başka kaç insanın evidir? Bilmiyorum. Ben bir başıma onlardan uzağım, hep birlikte onlar benden uzak. Bana kendimden başkasıyla konuşmak yasak. Ben de kendi kendimle konuşuyorum. Fakat çok can sıkıcı bulduğumdan sohbetimi şarkı söylüyorum karıcığım. Hem, ne dersin, o berbat, ayarsız sesim öyle bir dokunuyor ki içime yüreğim parçalanıyor. Ve tıpkı o eski acıklı hikâyelerdeki yalnayak, karlı yollara düşmüş, yetim bir çocuk gibi bu yürek, mavi gözleri ıslak kırmızı, küçücük burnunu çekerek senin bağrına sokulmak istiyor. Yüzümü kızartmıyor benim onun bu an böyle zayıf böyle hodbin böyle sadece insan oluşu. Belki bu hâlin fizyolojik, psikolojik filân izahı vardır. Belki de sebep buna bana aylardır kendi sesimden başka insan sesi duyurmayan bu demirli pencere bu toprak testi bu dört duvardır...
Bugün Ahmet Kaya'nın ölümünün 13. Yılıdır... Bugün aklıma gelenleri yazmadan edemezdim.
"Çocukluğum çıraklıkta geçti, kir pas içinde" der bir şarkısında, benimde çocukluğumun bir kısmı Ahmet Kaya ile geçmiştir. An Gelir isimli kasetiyle, var olan bütün siyasi düşüncelerden uzak halimle,12 yaşımda dinlemiştim. Yüreğime dokunmuştu Ahmet Kaya,övünmek gibi de olmasın, o günden bu güne ne yüreğimdeki yeri değişti nede aklımdaki duruşu.
O zamanlarda etrafımda onu sevmemek için sebepleri olan çok insan vardı, arkadaşlarım için sakallı tuhaf adamdı, büyüklerim için örnek alınmaması gereken kişiydi. Hiç tam olamadı zaten gözlerde, ya fazlaydı ya da eksik. Yıllar geçtikçe fark ettim ki, onu sevmeyenler de dinlerdi onu, gizlide olsa severlerdi. Benzersiz sesi, şarkılarına kattığı duygular ile içine işlerdi dinleyenlerin. Takdir edilen başarılı sanat hayatında, tırnaklarıyla kazıyarak zirveye ulaşan Ahmet Kaya ne yazık ki, 1999 Yılında ki bir ödül töreninde yaptığı bir konuşmadan dolayı linç edildi. Magazin Gazetecileri Derneğinin ödül töreninde koca Ahmet Abiyi linçe götüren sözleri aynen şöyleydi; " Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne, Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var; Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum." dedi. İşte burası son duraktı.Bu sözler üzerine ülkemin bir araya toplanmış sözde sanatçıları, tepki gösterip, küfür etmeye ve çatal, kaşık fırlatmaya başladılar. Ahmet Kaya o salondan çok zor şartlar altında, otelin arka kapısından çıkarılarak ayrıldı. Aklımdaki son görüntüsü; bir asansör kabininde hayal kırıklığı yaşayan bir adamın, kamera aşıklarının altında devrilmiş kara gözleri Ahmet Kaya. Söylemeyebilirdi belki ama o sözünü esirgeme hesabını yapan bir adam değildi. Bence en garibi ise sözler değil,ona yapılanları hak görenlerin, ne milliyetçiler, ne sağcılar, ne de 'ya sev ya da terk et' diyenlerdi. Onlar, ödüle layık görülen sanatçılar, şarkıcılar, gazeteciler ve sinema-tiyatro oyuncularıydı.
Kendi söylemiyle, yağmurlu bir İstanbul sabahında terk etti ülkeyi, bir daha geri gelemedi. İpsiz sapsız yalanlar ile suçlayıp, manşetlere çıkardı değerli köşe yazarları, genel yayın yönetmenleri, sözüm ona bugünün aydın insanları. Aylarca biz özledikçe onu, uzaklarda Kalbi dayanamadı fazla, bir yıl sonra 16 Kasım 2000 yılında kalp krizi geçirerek öldü. Dediği gibi, " Biz ülkeyi bölmek için değil, birleştirmek için vardık, bunu anlamakta güçlük çektiler." Haklıydı, onu anlamakta güçlük çektiler. O gün onu anlamayanlar, bugünde ülkemizin temel sorunlarının kaynağının sebebi olan bakış açısıdır. Çünkü anlamıyorlar. Daha ne güzel şarkılar söyleyecekti, Nazım'ın belki bir kaç şiirini daha besteleyip mest edecekti bizi. Olmadı.
Ahmet Kaya en tehlikeli zamanlarda bile sözünü sakınmadı, düşündüğünü söyledi. Doğrularını satmadı. Yapılan haksızlık var ise, kimin yaptığına bakmadan karşı durdu. Hayatları boyunca hiç bir şeye karşı durmamış, çıkarları doğrultusunda gelişmeden, değişerek yaşayan ve hiç bir fikri inançla savunmayanların onu anlaması imkan dahilinde değildir maalesef. Evet, Ahmet Kaya'nın kendine ait değerleri vardı, savundu. Tutkuları vardı,savunulacak fikirleri vardı. Bazen kızdırdı, bazen kendinden uzaklaştırdı, çünkü gerçekti. Çok konuştu, hep nasıl baktığını ve ne gördüğünü anlattı, şarkılarında şiirlerinde hep kendini anlattı. Dinledim, hala dinliyorum. Ve sizde dinleyin istiyorum. Aşağıdaki video 34 Milyon kez dinlenmiş şarkısıdır.
Anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ve dövüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey
için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle
bırakıp gitti beni.
Yazık.
Pahası biçilmez bir zenginlik içinde iç sesim aklımdan okurken bilincim apaçık. Gözlerim öteleri görüyor kulaklarım sessizlikleri işitiyor ve dokunmadığım bir tende ellerim yürüyor. Diyorum ki; Seni düşünmedikten sonra, günün geceye varmasının ne anlamı var ? Yazılabilecek her güzel satırın anlatısı sen değilsen ve tanımlanamaz güzelliklerin sorgusu sende çözülmüyorsa bilmenin ne manası var? ve tacının, saltanatının ihtişamına, başım boynunda gitmeyecekse düşünmenin ne faydası var? Daha açık; Bir günün bilmem kaç vaktinde hep bilerek sen gelirsin aklıma. Dünyanın en kalabalık ülkesidir aklım, ve ancak bir sen yaşarsın ülkemde. Hakikat; ödüm kopuyor, seni sevmekten vazgeçerse bu yürek diye inadına değil, ibadetine ...
HakanŞ
Yazı başlığına bakıldığında bir edebiyat saatine daha hoş geldiniz algısı yaratmış olsa da, bugün sanki bir şeyler keşfetmiş bir mucit havasındayım. Sabah bir bankamatik başında para yatırmak için, yaklaşık 10 sıralı işlemi ekran yönlendirmelerine göre yaparken, iş akışını tasarlayan mühendis ekibinin ne kadar gereksiz detayları işleme dahil ettiğine şaşırdım. Karmaşıklığın gelişmiş özelliklere sahip sistemlerin temel özelliklerinden biri olduğu düşünülse de, bence yanlıştır. Bence, sadelik karmaşıklığın zirvesidir… Para yatırma işlemi bu kadar zorlaştırılmış ise, hayatımızın daha kolay olabilecekken gereksiz karmaşıklığın içinde zorlaştırıldığını düşünmemek mümkün mü? Bana öyle geliyor ki, mühendislik fakültelerinin sadece analitik düşünce ve rakamsal yeteneklerinin geliştirildiği fakülteler olmaktan acilen çıkmalı. Müzik, şiir, tiyatro, dans, resim gibi örnekleri çoğaltılabilecek sanatsal yetenekleri besleyecek eğitimler verilmeli. Biraz da olsa sanat yapamayan adam mühendislikte yapmasın arkadaş. Birde sanat yapamayanların siyaset yapmamaları gerektiğini de ayrıca belirtmek istiyorum. Hayat, ancak o zaman zarif ve ince detayların sade bir şekilde bizlere sunulduğu konfor dönüşümü yönünde ilerleyecektir. Bunu sadece mühendisler yada siyasetçiler için düşünmüyorum. Bizlerde izleyici ve takipçi olarak katılmalıyız bu faaliyetler içine. Hayal gücümüzü çocuk çağlarımızdaki seviyesinde tutabilmek için, çocuklar gibi küsmek ve tekrar barışmak için sadece dakikaların geçtiği, tek başına kaliteli zaman geçirebilmek için, kendimize gülebilmek için, çocukluğumuzda kendiliğinden sahip olduğumuz, fakat güzel ve estetik hiç bir şey takip etmeden, okumadan büyüyerek unuttuğumuz özellikleri tekrar kazanmalıyız. Arkadaşlar yetişkin çocuklar olmalıyız. Hafta sonu bir kitapçıda kişisel gelişim üzerine yazılmış yüzlerce değerli kitabın kapaklarına baktım. Limit Sizsiniz, Koza Kelebeği Bilmez, Düşün ve Başar, Her Şey Seninle Başlar, Sadece Aptallar 8 Saat Uyur, The Secret, Ferrari'sini Satan Bilge, Ermiş Sörfçü ve Patron, Kendine Güven … ve daha ne kitaplar. Kitapların isimlerinin hepsini gözden geçirdiğinizde bile self motivasyon hissi kanınızdaki serotonin, dopamin ile birlikte tırmanışa geçiyor. Bu tırmanışın sonucunun bir satın alma ile sonuçlanması ihtimali çok yüksek tabi ki. Bence hiç zararı da yok, motivasyon için güzel seçeneklerden birisi kişisel gelişim kitaplarıdır. Ama tabi yine bence diyerek söylemek istiyorum; Bu kitapların tamamı, farklı kelimeler kullanılmış olsa da, hepsi birbirinin tekrarı. Sadece bizim algılarımızın beğendiği kelimeler farklı dizilişlerde yer alıyor. Farklı farklı kişisel gelişim kitapları okuyacağımıza, beğendiğiniz bir tanesini yılda bir kez tekrar okumakta aynı etkiyi yapmaz mı? Bence daha etkili bile olacaktır. Hepsi diyor ki ya hayatın başlangıcına odaklanmalı ya da sonuna. Ya çocukları örnek almalı ya da hayatın hızlıca aktığını bilerek ve görerek, daha değerli daha estetik doygunluklar yaşamalı. “Yakınca öleceğimi anımsamak, hayatta önemli seçimler yapmamda en büyüm yardımcım oldu şimdiye kadar. Çünkü neredeyse her şey - bütün dış beklentiler, gurur, rezil olma ya da başarısızlık korkusu- bütün bunlar ölümün karşısında önemsizleşiyor ve geriye sadece gerçekten önemli şeyler kalıyor. Öleceğinizi anımsamak kaybedecek bir şeyiniz olduğu yanılgısına düşmekten kurtulmanın en iyi yolu. Zaten çıplaksınız. Yüreğinizi takip etmemeniz için hiçbir sebep yok.”
Yaprakları arslan pençeli çınarlar bin yıl yaşamakta, kestaneler üç bin ve serviler beş bin sene ayakta. Kavaklar bile yedi yüz yıl yeşil ve beyaz. Halbuki biz ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim, ne kadar az yaşıyoruz, ne kadar az. Beygirle bir ayardayız henüz bu en mühim meselede, hatta onun kadar bile doyamıyor dünyasına beygirden çok yük taşıyan çoğunluğumuz. Nazım Hikmet
Öküzlerimin boynuzlarında ağarırken ortalık toprağı sürüyorum sabırlı bir kibirle. Çıplak ayaklarımda toprak nemli ve ılık. Pazılarımda pırıltılar, demir dövüyorum öğleye kadar, kırmızıya boyanıyor karanlık. Yapraklarında yeşilin en güzeli, zeytin devşiriyorum ikindi sıcağında, üstüm başım, yüzüm gözüm ışık.
Her akşam mutlaka misafirim var, kapım bütün şarkılara alabildiğine açık. Geceleyin suya dizboyu girip çekiyorum denizden ağları : yıldızlarla balıklar karmakarışık. Benden sorular oldu dünyanın hali artık : İnsan ve toprak, karanlık ve aydınlık. Anladın ya, işim başımdan aşkın, anladın ya, gülüm, ben sana aşık olmakla meşgulüm...
Fikirlerine ihanet ederek mi yaşamak? Yoksa ideallerine ve inançlarına bağlı kalarak ölmek mi? Ali İsmail
Korkmaz, Ethem Sarısülük fikirleri ve idealleri uğrunda ölmüşlerdir. Ancak onlar, tıpkı yazımda okuyacağınız Nikos gibi yıllar sonra bile şiirlerin içinde,
şarkıların içinde ve her yerde hala yaşıyor olacaklar. Bir amaç uğruna
hayatlarını verenlere, başka insanlar yaşamaya devam ettikçe, onlara hayat
vermeye devam ederler. Ve daha çok büyüyerek yaşarlar. Bu yazı fikir gözetmeksizin kendi iradeleri dışında yaşam hakları elinden alınmış insanlarımız içindir.
Yıl 1951 ve komşu Yunanistan'da Amerika yanlısı bir hükümet
var. Bu hükümet, ikinci dünya savaşında faşizme karşı direniş örgütlerinde
aktif olarak çalışmış Nikos Beloyannis 'e bir komplo yaparak haksız yere
suçlamış ve askeri mahkemeye çıkarmış. Nikos savunmasında demiş ki;
“Amacı benim kişiliğimdeki barışçıl politikayı yargılamak
olan bu mahkemede söyleyeceklerim savunma niteliğini taşımayacaktır. Şüphesiz
ki, tutuklanmamızın ve yaratılan bunca kargaşanın altında bazı politik amaçlar
yatıyor. Bizler birer pişmanlık dilekçesi imzalamayı kabul etseydik, aklanacak,
birden bire ”iyi” Yunanlılar, uysal vatandaşlar olacaktık. Bana rüşvet olarak
önemli görevler de teklif edildi… Amacım anlaşma yoluna gitmek ve bir yerlere
yükselmek olsaydı, bu amaca ulaşmak için sizin yardımınıza ihtiyacım olmazdı.
Önemli bir yere çıkmak için tüm olanaklar vardı elimde. Çünkü ben ; Devrimcinin
zor ve tehlikeli yolculuklar içindeki hayatını tercih ettim. Yaşamım,
bağımsızlık ve özgürlük savaşımla sıkı sıkıya bağlıdır. Tehlikelerle karşı
karşıya kaldığımda, izlemem gereken yolu hiç önceden düşünmedim. Fikirlerime
ihanet ederek yaşamak mı? Yoksa ideallerime ve inançlarıma bağlı kalarak ölmek
mi? Her zaman ikinciyi yeğledim. Ve bugün bu kararımdan dönebileceğimi
sanmıyorum.”
Bu savunma sonucunda;
Nikos Beloyannis 1952 yılı 30 Mart tarihinde ve sadece 37
yaşında iken askeri mahkemenin kararıyla ölüme mahkum edilir ve kurşuna
dizilerek öldürülür. Mahkeme sırasında göğsüne bir karanfil takmış olan
Beloyannis’in iftira ve haksızlığa kurban gidişi bütün dünyada tepkilere yol
açar. Ve Ressam Pablo Picasso Beloyannis’e Karanfilli Adam adlı tabloyu yapar.
Nazım Hikmet’te önce Moskova radyosunda Beloyannis’in
kurtulması için bir konuşma yapar. Ve daha sonra da ünlü Karanfilli Adam
şiirini yazar:
Karanfilli Adam
Seher karanlığında,
Projektörlerin ışığında,
Kurşuna dizilen beyaz karanfilli adamın
Fotoğrafı
Duruyor üstünde masamın.
Sağ eli
Tutuyor karanfili
Bir ışık parçası gibi Yunan denizinden.
Karanfilli adam
Ağır kara kaşlarının altından
Bakıyor cesur çocuk gözleriyle,
Hilesiz bakıyor.
Türküler ancak böylesine hilesizdir
Ve ancak komünistler
And içer böylesine hilesiz.
Dişleri bembeyaz:
Gülüyor Beloyannis.
Ve elindeki karanfil,
Bu yiğit,
Bu rezil
Günlerde
Söylediği sözlerden biri gibi insanlara...
Nazım'ın bahsettiği bu fotoğraf Mahkemede sırasında çekilen
fotoğraf, emin olmamakla birlikte tabloda bu fotoğraftan yapılmış olabilir.
İdam kararından sonra. Henüz idam yapılmamışken,
" Her şafak vakti kalbim Yunanistan’da kurşuna diziliyor’ diyen Nazım
Hikmet, protesto için bir mektup gönderir. Yunanlı komünistler Nazım'ı öyle
severler ki, romanlarında ve şiirlerinde ondan ve dayanışmasından bahsederler.
Ve yine ünlü şair Yannis Ritsos’un Nazım Hikmet için yazdığı
"Bir Ad Müzik Ve Evrene Dönüşünce" adlı şiirin son dizeleri şu
şekildedir;
Şu kara toprağın üzerinde yıldızların arasında yolculuğumuz ne kadarcık zamanın işi ki!.. Elimizde ateşin sönmeden yanışı taş baltamızın yabanöküzünü yenişi, alnımızın genişleyip aydınlanışı, hele, güzelin karşısında başımızın dönüşü daha dünkü mesele. Hısım akraba içinde zaten en azınlık değilsek de -- herhalde fillerin sayısı bizden az -- en genç galiba biziz, bugünkü halimiz de galiba bu yüzden. Siz çok daha yaşlısınız bizden, gün görmüş, umur görmüşsünüz, dağlar, taşlar ayıplamayın bizi, kurtlar, kuşlar bizi ayıplamayın, bizi ayıplamayın komşular; öfkeden ağlanasıya sersem, gaddarcasına bedbahtız fakat asla umutsuz değil. Nazım Hikmet
ÜSTAD... İki elin kanda olsa bile gel. Sana bir bayrak gibi açacağım içimi. İşte, yine Durmakta ısrar ediyor kalbim. Hapishane duvarları içinde, yalnız sessiz, "Miskince bir ölüme razı olmuyor gönlüm." ÜSTAD... İki elin kanda olsa bile gel. Sana bir bayrak gibi açacağım içimi. Dudakların değerken alnıma, Ben... Hurriyet şarkısı söyliyeyim son defa. Nazım Hikmet
Son günlerde adını çok duyduğumuz Twitter ve özellikleri hakkında bilgi vermek istiyorum. Twitter bir kuştur ve doğal ortamları dünyadır. Twit dediğimiz 140 karakterlik yemlerle beslenir ve Hashtag dediğimiz ortamlarda koloni halinde ürerler. Sıcakkanlı ve sempatik olmalarıyla beraber çok zeki olmalarıyla öne çıkarlar. Ortalama ömürleri konusunda bu güne kadar net bir zaman tanımlaması yapılamamıştır. Beslenme şekilleri ve yaşadıkları yer gibi faktörlere bağlı olarak uzun süre yaşayabilirler. Türün uzunluğu, başından kuyruğuna ortalama 19 Cm'dir. Doğal renkleri mavi olmasına rağmen, yüzlerce farklı renkde görülmüştür. Twitter kuşuna ait diğer bilgileri yazının sonunda okuyabilirsiniz. Kısaca tanımladığımız Twitter kuşu bilgilerinden sonra şimdi bilgisayar ortamındaki Twitter hakkında bilgileri paylaşalım. Kişilerin ve kurumların kendileriyle ilgili haberleri, hissetiklerini, hissetmediklerini, düşüncelerini 140 karakterlik mesajlar halinde paylaştıkları bir platformdur Twitter. Fikir ilk olarak 2006 yılında Jack Dorsey tarafından küçük bir gurubun iletişimini sağlamak üzere bir SMS servisi olarak kurulmuştur. 140 karakter sınırı buradan geliyor. Bu 140 karakterlik mesajlara Tweet deniyor. Mesajlara resim, video ve linkler eklenebiliyor. Takipçi, bir twitter hesabı açtığınızda sizi tanıyan veya tanımayan diğer twitter kullanıcılarından sizi takip edenlere deniyor. Ne kadar çok takipciniz varsa karizmanız o kadar sağlam oluyor. Örneğin internet saltanatı her geçen gün büyüyen Lady Gaga'nin yaklaşık 19 Milyon takipçisi var. Komedi ustamız Cem Yılmaz'ın takipçi sayısı 4.5 Milyon. Şahsen takipçilerim konusunda çok titiz seçim yaptığımdan dolayı benim takipçi sayım henüz 17. Düşündüğümüzde Facebook'dan pek farkı yok gibi olsa da, twitterı farklı kılan yerli/yabancı ünlü kişilerin, şirketlerin twitter üzerinden kendini takip eden insanların bu platform üzerinden bilgilendirmeyi tercih ediyor. Takip ettiğiniz kişilerin düşüncelerini, paylaşımlarını direkt kendi mesajlarından takip edebilir ve bunları paylaşabilirsiniz. Kısa Kısa Bilgiler; Profil ayarlarınıza göre attığınız tweetler herkes tarafından görünebildiği gibi sadece takipçileriniz tarafından da görünebilir. Sadece belli bir kişiyle haberleşmek için tweet değil mesaj atabilirsiniz. @Kişi_İsmi yazıp gönderin. TT olmak; Bir konunun gündeme yerleşmesi TT olmak diye tabir ediliyor. Trending Topic'ten geliyor. Yani trend haline gelen konu. Dünyadaki ve Türkiye'deki trendleri dünya gündemi kutucuğundan takip edebilirsiniz. TT olan konulara mesaj göndermek için TT olan kelimeleri tweelerizde kullanmanız yeterli. Hash tag; Belli konularda mesajları gruplamak için konunun başına # karekteri koyulur. #konuadı bir hash tagdir. Tweetinizin sonuna hash tag ekleyip gönderirseniz tweetiniz ilgili konuyla gruplandırılmış tweetler arasında yerini alacaktır. RT; Beğendiğinzi tweetlerin üstüne Retweetle butonu tıklayarak tweeti kendi sayfanızda yayınlayıp takipçileriniz ile paylaşabilirsiniz. Buna kısaca RT deniyor. Gelelim mutlaka okumanızı tavsiye ettiğim twitter kullanım istatistiklerine.
Twitter hakkında sayısız istatistik mevcut. Paylaştığım rakamlar güvenilir ama tarih 10 ay öncesine ait. Şimdiki rakamların daha yüksek olduğunu düşünmemiz doğru olacaktır. Dünya genelinde 465 milyonu aşkın üyesi bulunuyor. En çok üyesinin bulunduğu ülke de doğal olarak 107.7 milyon kullanıcıya sahip olduğu ABD. ABD'nin ardından ikinci sırada 33.3 milyon ile Brezilya, üçüncü sırada ise 29.9 milyon kullanıcıyla Japonya geliyor. Dördüncü sırada 23.8 milyon ile İngiltere, beşinci sırada ise 19.5 milyon kullanıcı sayısıyla Endonezya yer alıyor. Türkiye'deki kullanıcı sayısı ise 7.2 milyon. Monitera'nın son üç ay içinde 150 milyon tweet'i analiz ederek elde ettiği sonuçları göre, Türkiye'deki aktif Twitter kullanıcı sayısı 5.3 milyon. Bu rakam, son bir ay içinde en az bir tane tweet atan kullanıcı sayısını temsil ediyor. Dünya genelinde her gün 175 milyon tweet atılıyor. Türkiye'de bir aylık süreçte her gün atılan tweet sayısı ise 1.7 milyon. Bu her saniye 20 tweet atıldığı anlamına geliyor. Türkiye'den istatistikler; Türkiye'de en çok tweet'in gün içinde 21.00-22.00 arasında atılıyor, bu saat aralığının öne çıkmasında televizyon dizilerinin rolü büyük. En çok tweet atılan ikinci saat aralığı ise 22.00-23.00. Türkiye'de en çok tweet atılan gün ise Cuma. Monitera istatistikleri göre, Türkiye'deki Twitter kullanıcılarının yüzde 53'ü erkek, yüzde 47'si ise kadın. Türkiye'deki bir Twitter kullanıcısının ortalama takipçi sayısı ise 151. İllere göre tweet dağılımına baktığımızda, İstanbul açık ara farkla önde. Türkiye'deki tweet'lerin yüzde 58'i İstanbul'dan, yüzde 13'ü Ankara'dan ve yüzde 11'de İzmir'den atılıyor. Bursa, Adana, Samsun ve Trabzon ise yüzde 18'lik bir pay oluşturuyor. Türkiye'de bir Twitter kullanıcısının tweet'lerinde 64 karakter yer alıyor. Tweet'lerin atıldığı platformlarda, mobil cihazlar önde. Türkiye'deki tweet'lerin yüzde 59'u mobil cihazlardan, yüzde 41'i ise internet tarayıcılarından atılıyor. Twitter, kurulduktan bir yıl sonra, Temmuz 2007'de 5 milyon dolar değere ulaşmış ve şirketin o yıl elde ettiği gelir bir milyon dolar. 2009 yılında küresel alanda 2 milyar tweet atılırken, Twitter'ın değeri 35 milyon dolara yükseldi. Aralık 2010'da, değeri 3.7 milyar dolara ulaşan şirket, 200 milyon dolar gelir elde etti. Eylül 2011'de, Twitter kullanıcıları dünya çapında 100 milyona ulaşmıştı. Son bir yıl içinde atılan tweet sayısı ise 33 milyardı. Kasım 2008'de, ABD Başkanlık seçimini kazanan Barack Obama, destekçilerine Twitter üzerinden teşekkür mesajı atarak Twitter'ın yükselişine önemli bir katkıda bulundu. Twitter'a Şubat 2012 itibariyle her saniye 11, her gün bir milyon kişi üye oluyor. Şirketin bu yıl reklam gelirlerinden 249, 2014'te ise 540 milyon dolar gelir sağlaması bekleniyor. Twitter'da en çok takipçisi olan beş isim de şarkıcı. Birinci sırada 19.3 milyon takipçi ile Lady Gaga geliyor. İkinci sırada 17.5 milyon takipçisiyle Justin Bieber yer alıyor. Üçüncü sıra 15.1 milyon takipçiyle Katy Perry'nin. Dördüncü ve beşinci sırada yer alan Shakira ve Rihanna'nın takipçileri ise sırasıyla 14 ve 13.6 milyon. Gelelin Twitter'ın logosunda yer alan kuşa, adı Larry. Yani, Kuş Larry. Bu isim, Boston Celtics'in efsane oyuncusu Larry Bird'den (kuş) geliyor. Bu adı kimin belirlediği bilinmiyor ama Twitter kurucularından Biz Stone'un adı öne çıkıyor. Bir sonraki sayımız Eylül'de yayınlanacak. Eylül'de görüşmek üzere hoşçakalın.
Bütün taşlar gibi vakarlı, hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli, bütün yük hayvanları gibi battal, ağır ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz. Arılar gibi hünerli, hafif, sütlü memeler gibi yüklü, tabiat gibi cesur ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz. Bu dünya öküzün boynuzunda değil, bu dünya ellerinizin üstünde duruyor. Ve insanlar, ah, benim insanlarım, yalanla besliyorlar sizi, halbuki açsınız, etle, ekmekle beslenmeğe muhtaçsınız. Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya, göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan. insanlar, ah, benim insanlarım, hele Asyadakiler, Afrikadakiler, Yakın Doğu, orta Doğu, Pasifik adaları ve benim memleketlilerim, yani bütün insanların yüzde yetmişinden çoğu, elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız, elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz. İnsanlarım, ah, benim insanlarım, Avrupalım, Amerikalım benim, uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi, ellerin gibi tez kandırılır, kolay atlatılırsın... İnsanlarım, ah, benim insanlarım, antenler yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa rotatifler, kitaplar yalan söylüyorsa, beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa, rüya yalan söylüyorsa, meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı, söz yalan söylüyorsa, ses yalan söylüyorsa, ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka her şey herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli, elleriniz karanlık gibi kör, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, elleriniz isyan etmesin diyedir. Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü, bu yaşanası dünyada bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir. Nazım Hikmet
Masama bir ekmek alıp oturdum, en sevdiğimden; altı bal beteği desenli, tavada pişmiş. Böldüm ikiye, çektim içime mis gibi kokuyu. Ekmek ya da başkaca bir mis gibi, gideni geleni olmayan cennet gibi. Masanın başından kalkmadan, iki küçük domatesi sevdiğim gibi kestim. Sırt üstü yatırıp, tuz ektim. Bıçağın altında ezilmeden durabilen beyaz peyniri, ince ama geniş dilimledim. Kekik kokulu siyah zeytin, kainat güzeli arpacık soğanlarım. Dostlar bir oturdum bir ekmek yedim bir ekmek daha yiyecek kadar yiğidim. Yani demem o ki; Hayat sofram gibi lezzetli. Uyanmak istemediğim düş gibi, hiç bitmesin istediğim, mis kokulu kabak tatlısı gibi Kavga, dövüş, kin, nefret, küslük! Ekşi, acı, kokuşmuş ve garabet Bilmediğim bir yerde gömülüdür şimdi. Kökleri dünyayı saracak bir çınar gibi, içimdeki yaşam sevdası. Şimdi yaşıyorum, kaçan tireni yakalar gibi değil ama. En güzel vagonda, beyaz örtülü masada kurulmuş sofrada, rengarenk yiyeceklerle donatılmış masada, doyar gibi. Güzel olduğu için değilde, ona bakmak güzel olduğu için bakılan, gülerken gözleri çağlayan sevgiliye bakar gibi. Ucu bucağı olmayan güzelliklerin içinde, kurulmuş bir sofradır yaşam. Dost sohbeti gibi uzun ve vakitten habersiz Mutluluk! baktığın her yerde, iki küçükdomates, biraz peynir ve kainat güzeli, süt beyaz arpacık soğanı ... HakanŞ
Sen güneşin altında yeşil gözlerinle Çırılçıplak yatacaksın Ben üstüne eğilip senin Ben kainatın en müthiş hadisesini Seyreder gibi seyredeceğim seni Sen kollarını boynuma atacaksın Boynumda kıvıl kıvıl ağırlığın Ben ölümsüzlüğü tadacağım Kıpkırmızı ağzından
*** Mazi gözleri mahmur Lapiska saçları darmadağın, çıplak ılık teninde bürümcük geceliği, yani açık saçık, hatta hayasızca biraz, çıkar ansızın yatağından bizim İstanbul'da bahar